Yürüyorum Beyoğlu’nda. Kaygısız, mutlu. Sonra düşüncelere dalıyorum. İçimi huzursuzluk kaplıyor. Neden diyorum neden bu his?
Halbuki, her an tarihin içinde hissettiğim en önemli şehirlerden biri İstanbul ve onun en güzel semti Beyoğlu’nda yürüyorum. Hislerime anlam veremiyorum.
“Her taşı her semti ayrı bir hikayeyle bana bakıyor, bir şeyler söylüyor.” diye söyleniyorum. Gözlerimdeki ışıltı, yüzümdeki gülümsemeyle, biraz da böbürlenerek o tarihe bakıp ekliyorum:
“Ne kadar şanslıyız.”
Halbuki öyle mi? Şanslı mıyız? Sahi biz tarihin içinde yaşarken nasıl oldu da tarihi sadece hissetmeye “mecbur” bırakıldık? Ne oldu bizim hikayemize? Ne oldu yan komşumuz Lydia Hanım’a? Ne oldu Agop Bey’e?
Ne oldu bize? Ne oldu kapısı herkese açık olan Anadolu irfanına? Böyle bir şey yok muydu? Yalan mıydı anlatılan mistik hikayeler?
Soruların biteceği yoktu. Elimdeki sigarayı da bitirmiştim. Binaların önünde biraz daha beklesem binalar sormaya devam edecek ama ne sigaram ne anadolu irfanım kalmadı. Sorular bu kadar üstüme gelirken elimdeki sigara izmariti için çöp arayamazdım ya. Attım yere izmariti. Hızlıca uzaklaştım hislerimden, sorulardan ve hikayelerden…